- KARADENİZ AMFORALARI (M.Ö. Sinop - K.Ereğli - Amasra) -

 
 
Akçakoca Belediye Başkanı liman girişine bir heykel yaptırmış, bir kayanın üstüne oturmuş, endişeli gözlerle ufka bakan ve sabırla (belki de sabırsızlıkla) bekleyen bir kadın heykeli. Heykelin plaketinde önce bilgi, sonra şair Vanilişi'nin şiirinden bir dörtlük verilmiş. Aynen veriyorum;

Eski Akçakoca erkekleri
Vikingler gibi denizcidirler
Bir dönemde Akçakoca mezarlığında
Sadece kadınlar yatıyordu.
Sevdiğini denize yolcu eden kadın
Günlerce onun dönüşünü
Kayaların üstünde oturup beklerdi.

OMHA KAYALIĞI
Söyle bana yalvarırım Omha kayalığı
Kaç cesede rastladın denizin getirdiği?
Kaç insana bağrını açıp gizledin?
Söyle söyle ben düşmanın değilim ki…

Farkındaysanız bizden asırlar önce bu coğrafyada yaşayanlarla aynı kaderleri paylaştık biz. Farklı olan görecelir zamandı sadece… O şehirleri ilk kuran da bizdik. Yunanlı - Romalı - Bizanslı - Osmanlı olan da bizdik. Omha kayalığında bekleyen de bizdik… Bizdik hasretin sevinçleriyle kucaklaşan ve bizdik bu topraklarda birbirimize karışan.

İşte nasıl bir heykel, bir şiir bizi alıp kendi dünyalarına götürüyorsa, bir amfora da beni alır kendi geçmişine götürür. Kırık bir kulpun büyüsüyle, dalgalara meydan okuyan kaptan da ben olurum. Amforalarla gemisi sulara gömüler tüccar da.
 

 

 
Bedenim dibi boylarken, göklere yükselen ruhumla kayalıktaki sevgilimin çığlıklarını duyan da benden başkası değildir. Zaten okuduğum kitapta, seyrettiğim filmde, yaşadığım aşkta her şeyi dibine kadar, iliklerime kadar yaşarım.

Hatta sıkıcı bir toplantının ortasında hayallerimle birlikte (bedenimi orada korkuluk bırakıp) parmak uçlarıma basarak hemen masal dünyalarına kaçarım. Orada binbir zamanda, binbir kılıkta ve binbir kişilikte maceradan maceraya koşarım.

Bazen yönümü, yolumu kaybettiğim olur. Bazen gerçeğe dönmem (gerçekten) zor olur. Her şey rüya gibi 3-5 saniyede yaşanır. Ama size anlatmaya kalksam ayları alır. Ve ben bu hayallerle kendimden geçer, bazen kendimden endişe eder, ama onlarla birlikte takvimin 2000 yılında hayli zengin ve de mutlu yaşarım.
 

 
İşte bunun için, bana göre "Bir amfora sadece bir amfora değildir." İşte bunun için benim amfora yazılarım "şu amfora şudur, tarihi de budur" diyen fastfood hazır bir lokma değildir.

Bütün bu yazılarımda isterim ki sizde benimle birlikte o amforanın gerisindeki tarihi yaşayın ve o insanlarla o duyguları paylaşın.

Evet bu hatırlatmadan sonra Karadeniz'e doğru bir kulaç atalım bakalım. Bir amfora koleksiyoneri olarak Karadeniz amforalarıyla nelerin taşındığını hep merak ederdim. Öyle ya zeytin ağaçları ve üzüm bağlarından yoksun dar sahil şeritlerinde bu küplere neler basılmıştı acaba?
     
Xenophon'un 2500 yıl önce bizzat yaşadığı ve yazdığı (aslında bir Anadolu belgeseli olan) On binlerin Ricatı'nda aradıklarımın bir bölümünü buldum. Ülkelerine dönmek için Anadolu'yu yağmalayarak İran'dan Karadeniz'e inen Yunanlıların ağzından aynen aktarıyorum;

"Helenler burayı yağma ettiler ve ambarlarda Mossynoikoslar'ın söylediğine göre geçen seneden kalma ekmekler buldular. Bundan başka bu senenin hububatı da bulundu. Bunlar en ziyade kızılcık buğdayıydı ve saplarının üstünde olarak saklanmışlardı. Tuzlanarak küplere bastırılmış yunus balığı eti ve kaplar içinde balık yağı da bulundu. Bu yağı Mossynoikos'lar, Hellenler'in zeytinyağını kullandıkları gibi kullanıyorlardı. Kilerlerde birçok yassı cevizler bulundu. Bunların iç kabukları yoktu. Bu cevizler Karadenizlilerin baş gıdasını teşkil ediyordu. Bunları haşlıyor veya ekmek gibi fırında pişiriyorlardı."
 

 
Sn. Bilge Umar'da "İlkçağda Türkiye Halkı" adlı kitabında bu bilgiye şu yorumu yapıyor: "Xenophon'un yassı ceviz dediği kestanedir. O çağda Helenler kestaneyi bilmiyorlardı. Buna karşılık o çağdaki Karadenizli yurttaşlarımızın da henüz fındıkla hamsiyi pek önemsemediği anlaşılıyor. Gerçekten ambarlarında kestane değil fındık, yunus balığı eti değil tuzlanmış hamsi çıkmasını beklerdik."

Ben de bu arada kendi küçük yrumumu buraya sıkıştırayım. "Demek ki yakın zamana kadar Karadeniz'de mavzerle yapılan yunus katliamı bir Karadeniz geleneği imiş. Tek farkla ki; o günün Karadenizlisi bunu karnını doyurmak için yaparken bizimkiler sadece öldürmek için yapmış. Oysa Akdeniz'in bütün tarihi boyunca denizciler tarafından kutsanan bu hayvanlara hep sempati duyulmuş ve yunus öldürmenin cezası ölümle bir tutulmuştur." (Ben yine Xenophon'un kestane ile cevizi karıştırdığı gibi orkinos balığı etiyle yunusu karıştırdığını sanıyorum.)
 

 
"Bir Gezginin Gözüyle Anadolu Uygarlıkları ve Türkiye'nin Tarihi" kitabının yazarı Seton Lloyd ise M.Ö. 100 yılında Roma'ya kafa tutan Pontuslu Karadenizlilerin amforalara doldurdukları ürünleri ise şöyle anlatıyor: "Romalılar zamanında başka ürünlerde, örneğin bal ve balmumu, güzel kokulu sakızlar ve harbak ve pelin otu gibi çeşitli ecza bitkileri de dış satıma değer görülürdü. Ancak kıyı köylerinde en büyük gelir balık avcılığından sağlanırdı. Orkinoslar yumurtalarını bıraktıktan sonra İstanbul Boğazı'na giderken kolayca yakalanır, tuzlanır, dışarı satılırdı. İtalya gibi uzak yerlerde bunlar çok pahalıya giderdi."

Dağlarla Karadeniz arasında, nüfusun yoğun olduğu toprak çok verimliydiler. Yunan koloni yerleşmelerinin varlığı, kıyı şeridinin ekonomisini hatta kültürünü Helenistik döneme değin derinden etkilemişti. Ancak bu yerleşmelerin içerilerde etkisi az olmuştur. Karadeniz'in bizim kıyılarımızdaki güvenli sığınak teşkil edecek doğal limanları çok azdır. Zaten eski çağlarda ilk yerleşimler koloni ve şehirlerde hemen hemen bu doğal liman çevrelerinde kurulmuş ve yoğunlaşmıştır.
 

 
Karadeniz'in Türkiye kıyılarındaki en büyük 3 amfora üretim merkezi sırasıyla şunlardır:

1-) SİNOP (Sinope)
2-) KARADENİZ EREĞLİSİ (Herakleia Pontike)
3-) AMASRA (Amastris)

Bunların dışında mutlaka kıyılarımızda, Batıda; Yalıköy'den Kefken'e (Podima-Kalpe), Akçakoca'dan Samsun'a (Diapolis-Samisos), Doğuda Giresun'dan Trabzon'a (Kerasous-Trapezous) kadar başka merkezler de vardı. Ayrıca Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Rusya ve Gürcistan kıyılarında da ihtimaldir ki amfora üretiliyordu.

Mesela Kırım Yarımadasındaki Khersonnessos da önemli bir amfora üretim merkeziydi. Bu kıyıların tüm yerli halkları ve isimleri koloniler çağında M.Ö. 7. yy.dan başlayarak süratle Helenleştirildi.
 

 
SİNOP AMFORALARI

Sinop tek başına Karadeniz'in en büyük amfora üretim merkeziydi. Bunu da öncelikle limanının doğal avantajına borçluydu. Tarihin babası Herodot, "Herodot Tarihi"nde Sinop'u Karadeniz'in en büyük ve önemli kentlerinden biri olarak anar. "Antik Çağda Amforalar" adlı ciddi bir kitabı bulunan Sn. Ersin Doğer ise bu kitabında Batıdaki birçok merkezde mühürlü 20.000 Sinop amforasının bulunduğunu belirtir.

Strabon'sa coğrafyasının Anadolu bölümünde Sinop'u uzun uzun anlatır ve aynen şöyle der: "Sinope dünyanın o kısmındaki kentlerin en önemlisidir. Bu kent Miletoslular tarafından kurulmuştur." (Benim görüşüme göre Strabon yanılmaktadır. Çünkü Sinop'ta yerleşim bronz çağında başlar. Strabon ancak "kuruldu" kelimesiyle kolonileştirmeyi kastediyor olabilir.) Burada bir deniz üssü kuran kent Kyaneai (İstanbul Boğazı) berisindeki denizlere egemen oldu. Sonra kenti Romalılar ele geçirdi. Sinope hem doğa hem de insanlar tarafından çok güzel bir şekilde süslenmiştir. Şehir bir yarımada üzerine kurulmuştur. İç ve dış limanları ve olağanüstü iyi palamut dalyanları bulunur. (Herhalde Azak denizinden çıkan kefallerde bu ağlara giriyordu.)

Roma İmparatoru Hadrianus anılarını yazdığı kitabında M.S. 2. yy.da ekonomik ve stratejik önemi olan Sinop Limanı'nı genişlettiğini ve bizzat gidip denetlediğini anlatır.

Sinop amforalarıyla M.Ö. 4.yy.dan itibaren başta Avrupa ve Rusya içleri olmak üzere çok çeşitli mallar gönderilmiştir. Şehir zaten aynı zamanda büyük bir Pazar yeriydi. Sinop amforalarının ortak özelliği bana göre son derece iri ve diri oluşlarıdır. Bu amforalarda ağızlar geniş, işçilikler ustacadır. Ben şahsen Sinopluların ünlü Kos çömlekçilerine fark attıklarına bile inanıyorum. Sinop amforaları büyük kulplu, geniş karınlı, aşağıya doğru incelen formdadır. Bazı amforalarda dipler aşağıya doğru bir mızrak gibi iner.

Arkeolog Dr. Sn. Selin Tezgör'ün 1998/Skylife da çıkan makalesinde ise Sinop Amforalarıyla ilgili şu bilgiler yer almaktadır.

"1993 yılında Türk ve Fransızlardan kurulu bir ekip Sinop tarihinin bu bölümüne ışık tutmak amacıyla amforaların yapıldığı atölyeleri araştırmaya girişti. Ekip, Sinop ve çevresindeki 20 km. çapında bir arazide yaptığı bir haftalık çalışma ile 8 atölyenin yerini buldu.

O zamandan beri Boztepe Yarımadasında yapılan kazılarda Helen Dönemine ait 3 atölye tarihin derinliklerinden çıkartıldı. Fırınlarda bir kulpunda çömlekçinin veya şehrin hakiminin adını taşıyan, damgalı amforalar bulundu. Bazılarında, paraların üzerinde de görülen "yunusun üzerinde kartal" sembolü vardı.

Diğer büyük bir atölye de, Sinop'un 13 km. doğusunda bulunan Demirci Limanındaydı. Bu atölyenin M.Ö. 3.yy. dan, 7. yy.'a kadar faaliyette olduğu sanılıyor. Sözünü ettiğimiz önemli araştırmalar sayesinde ondan fazla fırının yeri tam olarak belirlenerek gün ışığına çıkarıldı. Pek çok amfora çeşidi şimdi Sinop yapımı diye ayırt edilebiliyor. Örneğin "havuç amfora" olarak adlandırılan kırmızı kilden yapılmış, uzun boyunlu, ince gövdeli, minik kulplu amforalar da bulunuyor."

(M. Aydemir'in notu: Sn. Oğuz Alpözen'in "Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi Ticari Amforaları/1995"teki kitabında bu amforalar (Zemer 1997/49, Siciallano - Sibella/1991/105'teki teşhislerine dayanarak M.S. 3.-4. yy. / Lübnan - Tripoli kökenli olarak verilmişti. Bu tahmine ben zaten hiçbir zaman katılmadım. Çünkü koleksiynuma bu amforalar hep Karadeniz'den geldi. Kökenini Sinop ve İğne ada arasında aradığım bu amforaların gerçekten Sinop'ta imalat fırınları bulunmuşsa ben de rahatlamış olacağım.)

KARADENİZ EREĞLİSİ (HERAKLEİA PONTİKE) AMFORALARI

Tarihçemizi yine Strabon'a dayandırırsak Karadeniz Ereğlisi'nin de aynı tarihlerde Miletliler veya Traklılar tarafından kurulduğunu belirtmemiz gerekir. İ.Ö. 4. yy.da görülüp 150 yıl boyunca ihraç edilen bu amforalar Taşoz (Thasos) amforalarına benzer. Bazılarının Taşoz taklidi dedikleri bu amforalar bana taklitten ziyade Strabon yine yanılıyor hissini verir. (Strabon beni dövecek!) Çünkü Taşoz Ege'nin kuzeyindeki, Karadeniz'e en yakın son adadır ve bence burası bir Milet değil Taşoz kolonisidir. Taşoz ve Ereğli Amforalırını birbirinden ayırt etmek neredeyse imkansızdır.

Ve her iki bölgedeki amfora mühürleme geleneği de bunun bir kanıtıdır. Buraya gelen Taşozlülerin kültürlerini devam ettirmiş olmaları sanki akla daha yatkın gelmektedir. Rus araştırmacılara göre Ereğli Amforaları M.Ö. 4. yy. amforaları mühürlerinde 2-3 satır halinde yazılan bir tek isim vardır. 2. Gruplarda iki isim, 3. Gruplarda yönetici ve üretici ismi, 4. Gruplarda yine tek isim, 5. Grupta ise kısaltılmış isimler vardır. Bu amforalar uzun boyunlu, hafif yuvarlak uzun kulplu, yuvarlak karınldır. Aşağıya doğru incelen dip, en sonda bazılarında dışa doğru taşkınlaşır.

AMASTRA (AMASTRİS) AMFORALARI

Amasra'da doğal bir yarım ada üzerinde olup, Sinop gibi iki limana sahiptir. İsmini kurucusu olduğu kadından alan Amastris amforaları da genelde Taşoz formundadırlar. Bunların da dar ve biraz daha geniş olmak üzere iki yaygın tipi vardır. Bazı amforaları da Sinop gibi büyük olabilir. Hatta özellikle geniş tiplerde kulpların dışa taşkınlığı ve toprakları Sinop amforalarını andırır. Amasra amforalarının dar olanları ise yine Herakleia ve Taşoz'u anımsatır. Bu amforaları diğerlerinden ayıran en belirgin özellik ağız kenarlarındaki çizgiler ile mühürlerin omuzlara değil, boyunlara vurulmasıdır. Bu amforalar M.Ö. 3. yy.da çok kısa bir süre için üretilmişlerdir.
     
     
Deniz Magazin Dergisi  Eylül - Ekim 2000  Sayı:42
     
     
     
   

- Sayfa başına -